22 Temmuz 2013 Pazartesi

Sophie (part 1)

Ağır adımlarla yarı karanlık merdivenlere yöneldi. Her adımda ayak sesleri yankılanıyordu boş koridorda. Beynini yakan bu sesi sevmediğini farketti. Boşluk ve karanlık.. Soyunma odasına ulaşıp üstünü değiştirdikten sonra büyük salona arkadaşlarının yanına gidecekti. Çocukluğunun karanlık üstüne tedirginlikleri geldi aklına, kendi adımları arasına karışmış diğer adımlar ve ensesinde hissettiği nefes.. Takip ediliyor ve takip edeni hiç yakalayamıyordu. Şimdi kendi ayak sesinden, kendi nefesinden başka ses yoktu. Gözleri karanlığa alışıp,  düşüncelerinden uzaklaştığında merdivenlerin bitmek üzere olduğunu farketti. Son birkaç basamak..
Bitirmekle bitirmemek arasında bir adım daha attı.. Yeni adımına duyduğu "Sophie" kelimesi mani oldu. Ses bir düzenekten çıkıyor gibiydi, biraz uzak, biraz mekanik.. Etrafını inceledi. Görünürde kimsecikler yoktu, birini bulmayı da beklemiyordu aslında. Bir basamak daha çıktı...
Sessizliğin ağırlığı nabzını hızlandırmıştı. Bir adım daha... Belirsiz bir bekleyiş hakimdi şimdi tüm benliğinde. Ses yok! Ses vermeye mecali yok.. 
Yeni adımı aynı mekanik sesle bölündü.
"Tuz yarayı acıtır ama hızlı iyileştirir" diyordu.. 
Hızlı ya da yavaş tüm yaralar bir şekilde iyileşiyordu.. Peki aynı yerden kaç kere yara alırdı insan? 
Bir adım ve bir adım daha, birkaç metre sonra soyunma odasında olacaktı.
Aynı ses, 'korkuyor musun Sophie' diye seslendi. Cevap beklemeyen bir soruydu bu. Öncesiz, sonrasız anda asılı kalmış..
Korkuyor muydu?
Sophie uzun zamandır korkmadığını farketti soyunma odasından içeri girerken. Elektrik düğmesine uzanıp ışığı açtı. Karanlığa alışmış gözlerine fazla geldi bu aydınlık, birkaç kez gözlerini kırpıştırıp görüntünün netleşmesini bekledi. 
Bir değişiklik arayan gözleri usulca odayı süzdü, yoktu. Sol tarafında kişisel dolaplar, sağ tarafında hepsinin kapısı açık kabinler, karşısındaki pencerenin önünde duran üstüne kırmızı kadife bir kumaş atılmış koltuk. Açık olan pencereden sokağın gürültüsü doluyordu içeri. 

Korkmuyordu...
Korkacak ne kalmıştı ki? İçindeki heyecanın boşluğunu farketti. Ne zaman gitmişti yaşam coşkusu, bilemedi. Parça parça mı taşınmıştı hissettirmeden? 

Dolabından birkaç parça eşyasını alıp üstünü değiştirmek için kabinlere yöneldi. Kabinlerin arkasında duşlara açılan kapı gözüne çarptı. İlk kez gördüğü bir detaymış gibi, şaşkın, yönünü değiştirdi. Kapı kolunu çevirdi usulca. Ne bulmayı ümid ediyordu bilmiyordu. Belki bir çıkış, başka bir boyuta açılan gizli bir geçit. Yüreğindeki hüznün ağırlığına aldırmaksızın, gülümsedi bu düşüncesine. Soyunma odasının ışığı aralanan kapıdan duşların olduğu odaya doldu. Ait olmadığı yerde ne kadar zayıf kalıyor herşey, diye düşündü yeni odayı yeterince aydınlatmaktan aciz ışık hüzmesine bakarken. İçeriye bir göz attı, değişik birşey yoktu yine...
Hissettiği rahatlama duygusu muydu, hayal kırıklığı mıydı anlayamadı. Usulca kapıyı kapatıp tekrar kabine yöneldi.
Şimdi hazırdı, arkadaşlarının yanına geçebilirdi. Saatine baktı, sahne sırasının kendine gelmesine yaklaşık yirmi dakika vardı. Arkadaşlarının provalarını izleyip izlememe konusunda kararsız kaldı. Pencereden içeri süzülen bahar rüzgarı koltuğun üstündeki kırmızı kadifeyi hafif havalandırıyordu. Bir davet gibi, diye düşündü. Bütün gün bir bilgisayarın karşısında aynı rahatsız sandalyede çok yorulmuştu ve evet bu hareketi bir davet olarak kabul edip kırmızı kadifenin üstüne bıraktı kendini. Gözlerini kapatarak, rüzgarın ince bedeninde dansına tanıklık etti. 
Ne kadar zamandır üstünde taşıyordu bu yorgunluğu? 
"Ağlamak insan ömrünü uzatır Sophie, içindeki negatif enerjiden kurtul" dedi aynı mekanik ses. 
Uzun zamandır ağlayamadığını farketti. Ne acı diye düşündü, bu bir kabullenişti. Daha acısı vazgeçiş olabilme ihtimaliydi. 
Düşünmeyi ötelediği bir konu, kime aitti bu ses? Ona her yerde ulaşabilecek düzeneği nasıl kurmuştu, en önemlisi neden böyle bir şey yapıyordu? Ekipteki arkadaşların bir şakası olmalı diye düşündü. Gereksiz bir şaka. Nasıl bir sonuç ümid ediyorlardı ki bu şakayla? Nasılsa çıkardı bir yerden...
Kırmızı kadifenin yumuşak dokusuna biraz daha gömdü vücudunu, birazdan kalkmak zorunda olması ne kötüydü. Saatini kontrol etti, neyseki zaman yavaş yüzüyle yanındaydı bu akşam. 

Göl kenarında dubleks, ahşap ağırlıklı döşenmiş şirin bir evdeydi. Evin göle bakan cephesindeki tam boy pencereden içeri mis gibi yaz kokusu giriyordu. Pencerenin arkasında mavi ve yeşilin müthiş kombine edildiği bir manzara vardı. Üstünde durduğu ahşap basamaktan pencereye kadar odanın su dolu olduğunu farketti. Arkasına döndü, gözleri sevdiğini arıyordu ve birkaç saniye sonra sıcacık bakan bir çift gözle buluştu. Elini uzatmıştı sevdiği, Sophie sorgulamadan kabul etti bu daveti, minik beyaz ellerini sevdiğinin avucuna bırakarak. Üstünde durduğu basamaktan aşağı su dolu zemine ilerliyorlardı. Birkaç adım sonra ayaklarının zeminle bağlantısı kesilmişti. Göl manzaralı, ev içi bir havuz keyfi diye düşündü. Sevdiği yanında değildi şimdi, birlikte inmiştik biz buraya dedi sessizce. Boynuna kadar suyun içindeydi bu güzel manzaranın karşısında, ama garip bir tedirginlik vardı ruhunda.. Ellerini uzun sarı saçlarına attığında saçları eriyerek ellerine dolmaya başladı. Ahşap basamağa doğru bir hamle yaparak sudan çıktı...

Büyük bir hızursuzlukla gözlerini açtı. Nerede olduğunu idrak edemedi birkaç saniye, sonra kırmızı kadifenin üstündeki bedenini doğrultarak odanın içini süzdü. Soyunma odasındaydı. Bu nasıl bir rüyaydı diye düşündü, kalp atışlarının normale dönmesini beklerken. Prova! Saatine baktı 5 dakika geçirmişti vaktini. Önceki çalışmalar uzun sürmüş olmalı ki henüz yokluğunu farketmemişlerdi. Hızla ayağa kalkarak büyük salona koşmaya başladı.
Salonun kapısını araladığında arkadaşlarının sesleri doldu kulaklarına, "merhaba" diye seslendi içeri doğru, kendi sesine yabancı. Usulca devam etti yürümeye, sahnenin önünde oturan hocasının yanına gelene kadar. İnce yapılı, yaşlı adam sevgi dolu gözlerini Sophie'ye çevirdi. Usulca Sophie'nin elini yakaladı ve kızı yanına oturttu. Sahneye döndü ve çocukların provalarını izlemeye devam etti, Sophie'nin elleri hala avuçlarının içindeydi. Hafifçe eline vuruyordu, sakinleştirmeye çalışırcasına. 
Sophie, "huzur bu.." dedi kendi kendine; anlatmadan, anlaşılmak...
Sahnede bir baba ve kızına talip bir gencin dialogları dönüyordu. Genç adama baktı, bu küçük düşürücü pazarlık ancak bu kadar iyi oynanabilirdi diye düşündü. Bir sonraki sahnede bu genç ile tanışacaktı. Sonra düğün merasimleri, sonra kişiliğini kaybedişi.. 
Sophie oldukça susadığını farketti. Hocanın ellerinden ellerini çekerek sol tarafında sahneye çıkan ahşap merdivenlerin hemen yanında duran masadaki sürahiden bir bardak su doldurdu kendine. Suyu tek nefesle içti. Biraz daha yavaş içse susuzluk duygusundan kurtulacaktı. Bir bardak daha doldurdu ve bu kez yavaş yavaş yudumladı suyunu. Garip bir akşam diye düşündü, tanımadığı garip bir ses, kurulan garip cümleler ve gördüğü rüya..
Sahnedekilerin kahkahaları düşünceleri ile arasına bir perde çekti. Pazarlık sahnesi bitmişti. Sıra Kate'in hikayesindeydi. Bu sahneye çıkma zamanının geldiği anlamına geliyordu. 
Hoca, Sophie sahne senin diye sesleniyordu, oyun partneri Ahmet çoktan Petruchio kimliğine bürünmüş Kate ile zorlu bir savaşa hazırlanıyordu. Derin bir nefes aldı ve sahneye çıkan ahşap merdivenleri tırmandı. Ama yok, yapamayacaktı.. Kulaklarında korkunç bir uğultu vardı, üstelik başı da fena halde dönüyordu. Işık kapanmış, sonsuz bir boşlukta asılı kalmıştı öylece. Gözlerini açtığında tüm arkadaşları ve hocası sahnede yanıbaşındaydılar. "Eve gitmek istiyorum" dedi fısıltıyla. 
Sophie arkadaşlarının desteği ile ayağa kalktı. Uzun ve yorucu bir günün ardından istediği tek şey güzel bir duş arkasından deliksiz bir uykuydu. Sophie'yi evine kadar götürme görevi Ahmet'in oldu. Hocanın ve diğer arkadaşlarının tedirginliği gözlerinden okunuyordu. Sophie onları rahatlatabilmek için "ben iyiyim, biraz dinlenmeye ihtiyacım var sanırım" dedi. Bir sıkıntı olursa haber vereceğine söz verip vedalaşarak Ahmet ile çıktı eski yapıdan. Saatine baktı, on buçuğa gelmek üzereydi. Bu akşam ne kadar uzun böyle diye geçirdi içinden.
Ahmet, "en son ne zaman yemek yedin Sophie" dedi. Bu soruyla öğle saatlerinde içtiği bir çorbadan başka birşey yememiş olduğunu farketti. Biraz sıkılarak "öğle bir çorba içmiştim" dedi. "O zaman eve gitmeden karnımızı doyuralım" dedi Ahmet. İtiraz etmedi açlık ve yorgunluğun bünyesinde yarattığı etki ortadaydı. 
Yürüme mesafede küçük bir çorbacıya girip birer çorba söylediler, hızlıca gelen çorbalarını yudumladılar, araya havadan sudan muhabbetler serpiştirerek. 
"Eve gitmeliyim artık ayakta duracak halim kalmadı hadi beni eve götür" dedi Sophie. "Hadi kalkalım" diyerek Sophie'nin kalkmasına yardım etti Ahmet. 
Sokak lambalarının aydınlattığı dar yolda yürümeye başladılar. Farkında olmadan vakit bir hayli geçmişti. Yarın Cumartesi uzun uzun uyur iyice uykumu alıp dinlenirim diye düşündü Sophie. Yorucu bir gün, yorucu bir hafta, yorucu bir ay, yorucu bir ömür geçirmişti. Yaşamak bu kadar zor olmamalıydı dedi kendi kendine ılık bahar kokusunu ciğerlerine çekerken. 
Ahmet, yanında sessizce yürüyen Sophie'yi yormamak adına çok fazla konuşmamaya özen gösteriyordu. Talihsiz bir akşam geçirmişti Sophie. Yorgun görünüyordu, bir de üzgün. Bu akşam konuşmak istemeyeceği ortadaydı. "Yarın güzel bir kahvaltı yapalım geç vakit, ne zamandır adam gibi muhabbet edemiyoruz" dedi Sophie'ye. Uyku, yorgunluk, biraz kafa dinleme güzel olurdu diye düşünürken, "Olur sabah haberleşiriz 11'den önce uyanmayı düşünmüyorum yalnız haberin olsun" dedi Sophie. Park halindeki araca ulaşmak, yola çıkmak ve eve varmak biraz vakit aldı. Sophie Ahmet'e tekrar teşekkür ederek arabadan indi. 
Sonunda evindeydi.. 
Çantasını kapısı açık yatak odasına fırlatarak sıcak duşun altına attı kendini. Bedeninden akan su, rüyasında içine girdiği havuzu hatırlamasına neden oldu. Güzel görünen tehlikeli bir su, sevdiği adamın kayboluşu, eriyip ellerine dolan sarı saçları... Sevmek, dedi kendi kendine, koşulsuz sevmek. Sevilenden başka herşeyi unutarak sevmek. Yaratan tarafından insanlığa bağışlanmış bir mucize olmalı diye düşündü. Genlerimizdeki kusursuza yönelişe rağmen kusurları olan bir varlığı sevebilmek hayranlık uyandıran bir deneyimdi. 
Sıcak duşun altında tatlı bir rehavet kazanan bedenini yatak odasına taşıyıp, yatağına uzattı. Şimdi düşünceleri, ağırlaşan göz kapaklarının arkasında kalmış uzak bir diyardan seslenen eski bir tanıdık gibiydi..

Dağına göre kar verirmiş Yaratan, çok kar aldım diye düşündü yatağında doğrulurken. Saat 10'a gelmek üzereydi. Kalbinin üstünde bir sızı hissetti, ciğerlerinde tarif edemediği bir acı vardı. İçi acıyordu, ağlamaklı gözlerini odada dolaştırdı. Gece pencere açık uyumuş olmalıydı, hafif aralık camdan içeri giren rüzgar beyaz tülü dalgalandırıyordu. Boydan boya ayna olan gardrobdaki yansımasına takıldı gözü. Bu gözleri şişmiş, saçları dağılmış, yüzü acıyla gerilmiş kadın ben olamam diye düşündü. Yansıma ile göz göze gelmekten korkarak kapıya çevirdi bakışlarını. 
Toparlanmalıyım, durursam kaybederim diye düşündü. Yeni hedefler, kazanılacak yeni savaşlar yaratmalıydı... 
Küçük bir kız çocuğu belirdi gözlerinin önünde, henüz yedi sekiz yaşlarında. Ben en iyi olacağım ifadesiyle kaldırdığı yüzünün üstünde iri kahverengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. "Yapma küçük, bunu kendine yapma hiçbir zafer seni mutlu etmeye yetmeyecek, girme bu savaşa" diye fısıldadı, kendi sesini duymadan.
Ağır adımlarla banyoya yöneldi. Dişlerini fırçalarken solgun yüzünü inceledi, kendime acıyor muyum acaba diye düşündü, halbuki bunca yıl bir tek kendine acımasız davranmıştı.  
Yüzünü iyice köpükleyip tertemiz yıkadı ve tekrar yatak odasına döndü. Biraz makyaj renk katmaya yetecekti görüntüsüne. Öncesinde Ahmet'e uyandığını haber vermeliydi. Telefonuna ikinci çalışında cevap verdiğine göre Ahmet'te uyanmıştı. "Yarım saat sonra beni alabilirsin", diyerek telefonu kapattı. Beyaz bir bluz çıkardı dolaptan, bir de mavi bir kot pantolon. Hızlıca üstünü giydi, ufak bir makyaj ve saçlarını taradıktan sonra hazırdı. Dağınık odasını toplamaya başladı. Yarım saat uzun bir zaman mıydı yoksa? Çantasını ve telefonunu eline alarak mutfağa geçti, büyük bir bardak su doldurdu ve ağır ağır içmeye başladı. 
Çalan telefonu evden çıkma zamanının geldiğini haber veriyordu...
Yanında Ahmet, kahvaltı için yollardaydı. Arnavutköy sahilde denize bakan küçük bir Cafe'de oturdular. Bulutsuz gökyüzünde parlayan güneş, ılık bahar rüzgarı, kıyıya vuran dalga sesleri, burnuna dolan yosun kokusu başını döndürmüştü. "Sen ne zaman buradayın sevdiğim, bu sandalyede oturmuşluğun var mı? Ne zaman az sonra bana getirecekleri fincanla kahve içtin?" diye geçirdi içinden ciğerlerine çektiği kocaman nefesle. Kelimeler nefesine karışmış içini yakıyordu. "Acı bu, acıyorum" diye düşündü. 
Küçük serpme kahvaltıları gelmiş, sıcak çaylar masaya bırakılmıştı. Ahmet'in, "Sophie, iyi misin?" cümlesi ile oturduğu mekana geri döndü.
Bedeni buradaydı, o halde ruhunu da oturduğu sandalyeye zincirlemeliydi. Hayattan keyif almanın tek yolu buydu, anın içinde bulunabilmek...
"Yorgunum" dedi Sophie, "nedenini anlamadığım kronik bir yorgunluk var bedenimde".. "Yoksa ruhumda mı" diye düşündü hemen arkasından. "Çok yükleniyorsun kendine" dedi Ahmet, "Biraz oluruna bırak, biraz planlamadan kendini hırpalamadan yaşa." Gülümsedi Sophie, çayından bir yudum alırken. Yapması gereken çok şey vardı, hem bugünü yaşamalı hem yarını hazırlamalıydı... "Evet bunu deneyeceğim" dedi, arkadaşına.